Bu gün sizlere kendisiyle tanışmam 5 yıl öncesine dayanan bir kişinin kitabından bahsedeceğim. Bahsettiğim kişiyi ben tanıyor olsam da onun beni tanıdığı konusunda güçlü şüphelerim var. 🙂 Öte yandan bir kişiyi tanımak onun sıfatını görmek değildir. O kişinin düşüncelerini anlayabiliyorsan o kişiyi tanıyorsundur. Bu kişinin adı Prof. Dr. Behçet Yalın Özkara, kitabı ise Kronik Kitap tarafından yayınlanan Kalk Çalış Başarısız Ol! Hayatta Sana Anlatılmayan Gerçekler” adlı kitaptır.

Benim Behçet hoca ile tanışmam 20218 – 20219 yıllarına dayanmaktaydı. O zamanlar gayet kabak tadı vermiş olan Yüksek Lisans eğitimimi tamamlamak üzereydim. Çok sık bir şekilde YouTube videolarını izlerim. Burada bana fayda sağlayan bilgiler edindiğime inanırım. Yine YouTube videoları izlediğim bir zamanda AkademikLink diye bir kanala rastladım. Üniversitelerde dönmekte olan torpil – adam kayırma olaylarından bahsediyor. Bakıyorum, aynısını yaşadım, aynen doğru diyor diyorum. Örneğin bir videosunda “Babişko Asuman” diye bahsettiği bir kadın ile yaşadığı olay üzerinden üniversitelerin nasıl “Aile İşletmesi” haline geldiği yönünde fikirlerini bahsediyordu. Ben yine “Aynen doğru” diyordum.
Böylece bu AkademikLink adlı kanalı sürekli olarak izlemeye başladım. Bu arada kanalda kendisini Doç. Dr. Osman diye tanıtmaktaydı. Fakat kendisi kanal haricinde birçok farklı kanalda da karşıma çıktığı için bir hafta geçmeden adının ve unvanının Doç. Dr. Behçet Yalın Özkara olduğunu öğrenmiştim. Bunu komik olsun diye yapıyordu. Aslen komik olduğu için de bazı videolarını izliyordum. Örneğin bir videosunda motomot ders çalışan bir çocuk göstererek araya girip “siz hala çalışıyor musunuz?” diye bahsedip sonra kendisini gösteren bir sahneye geçiyor: ekranda bir makale açık, telefondan birisini arayıp “Dayıcım, bu makaleyi bitirdim, şimdi hatırlı tanıdıklarını arayabilirsin dayıcım” gibi bir şey yapıyordu, sonra tüm çalışkanlar bir anda gelip hepsi bir ağızdan “Çünkü biz malız” diye bağırıyorlardı. Bu kısa videoyu iki defa izledim.
İşin garip tarafı Behçet hoca kanalın birçok yerinde gayet mizahi bir şekilde “ben malım”, “biz malız”, “çalışan maldır”, “borcunu zamanında ödeyen maldır”, “kanunlara uyanlar maldır” gibi ifadeler kullanıyordu. Sonra TEDx etkinliğinde bir konuşma yaptı, tuttu orada da “Ben malım” diye başladı. Bir an garip duygulara kapıldım “Bu adam kime bu kadar hararetli bir şekilde mal olduğunu kanıtlamaya çalışıyor” diye. O TEDx videosunu izlediğimde ve bu kitabı okuduğumda sadece Behçet hocanın değil benim şahsımın da mal olduğuna karar verdim. Adam bana mal olduğumu kanıtladı. Sebebi aslında o kanalda 2023 yılından beri yaşadığı tatsız olaylarda, bu kitapta bahsettiği şeylerde ve başka yayın kanallarında gayet net bir şekilde açıklıyor.
Gelelim bu açıklamalara… Behçet hocanın, benim ve dürüst yoldan çalışarak yolunu bulmaya çalışan herkesin birer mal olduğunu açıklamadan önce Behçet hocanın hem AkademikLink YouTube kanalında hem de bu kitapta arada bazı anekdot bilgilerle süsleyerek anlatmış olduğu atanma hikayesini anlatmak lazım. Bunu da aşağıda anlatarak başlayacağım. Fakat öncesinde bu bir kişisel gelişim kitabı, diğer kişisel gelişim kitaplarından daha önemli olmasının sebebi nedir? Bunun iki sebebi var:
1.Behçet hocanın da kitapta net bir şekilde bahsettiği “başarmak için gereken kuvvet damarlarında akan asil kanda mevcuttur”, “sen başarılı olmak için doğmuşsun”, “kafana koyduğun her şeyi elbet bir gün başarırısın” gibi abuksabuk şeyler söylemiyor. Tam aksine kafana koyduğun her şeyi genellikle başaramayabilirsin yani diyor. Burada haklı olduğunu düşünüyorum fakat bazı eleştirilerim var, onları da dikkatli bir şekilde not aldım aşağıda sıralayacağım.
2.Herhangi bir kişinin para kazanmak için kişisel gelişim kitabı yazarak bu lafları söylemesi ile para kazanma derdi olmayan, kitaptan kazandığı parayı da bir bilim merkezi yapmak için biriktiren, kitabın internetten PDF’ini indirip okuyacaksanız da helal olsun bir gün zengin olursanız bu emeğimin hakkını vereceğinize inanıyorum diyen ve hem başarıyı hem de başarısızlığı anlamış bir kişinin bu lafları söylemesi arasında fark vardır. İlki biraz iki yüzlü geliyor. Çünkü aslında “inanılmaz başarırsın” vesaire gibi yaparak beyninin saldırganlık mekanizmasını kurcalıyor. Aynı şeyi bazı müstehçen Türk televizyon dizileri de yapıyor. Aralarında bir fark yok. İkincisi ise ben başarısız oldum, hem de 30 defa başarısız oldum, sebebi bu, bazı bilimsel makalelerde de bunlar geçiyor demek daha dürüstçe bir şey. Dürüstçe başarısızlıklarına odaklanman gerektiğini söylüyor.
Yanlış anlaşılmasın “kişisel gelişim kitapları kadar aptalca” kitapları okumam diyen gürühtan değilim. Bu konuda ilk eleştirimi de burada vereyim. Canım ülkemin çok kolay ikiye bölünebilmesinden kaynaklı olarak ülkemizde “kişisel gelişim kitapları aptalacadır” diyen ve “kişisel gelişim kitapları muhteşemdir” diyen ve her ikisi de kendi düşüncelerini (kendilerine ait olmayanları da) çok hararetli bir şekilde savunan iki güruh oluşmuş durumdadır. İkisi de sonuna kadar polemiğe girebilirler, bu polemik de yukarıda bahsettiğim dizilerle aynı şeyi yapıyor, kısa – ucuz bir zevk veriyor yani. Fakat öte yandan her kişisel gelişim kitabının kendi içerisinde psikolojik bir tespit yaptığını düşünüyorum. Aslen hep daha fazla satmak için kurulan abartılı gaza getirme cümlelerini bir ayılayacak olursak her kişisel gelişim kitabının sana vermeye çalıştığı toplam 1 sayfalık bir psikolojik tespit bulunmaktadır. Dolayısıyla bu kitapları da okuyorum, ama o bütün kitaba yayılmış olan bir sayfayı almak için. Behçet hocanın yazmış olduğu bu kitap için şimdi aynen bu eleştiriyi yapacak olursak, bu kitabın 170 sayfasında sana verdiği 1 sayfalık düşünce: herkes seni her koşulda başarılı olman için gaza getirerek uyuşturuyor, aslında bir durup başarısızlıklarına da bir bakmayı başarırsan aydınlanacaksın.
Kısaca bu kitabın içerisindeki Behçet hocanın Araştırma Görevliliği kadrosuna atanmak için yaşadığı maceraları, tam olarak o sonucu bulmamış olan ama çok iyi yeniden yorumlanmış olan bilimsel çalışmaları ve bazı grafikleri, kitabın kapağında da olan ve kitabın 161.sayfasına kadar açıklanmayan “Güven veren poz” gibi kurnazca gülümseten esprileri kitaptan çıkardığımızda aslında geriye kalan bilgiler 5 sayfa kadar ediyor. Bu bir kişisel gelişim kitabı için çok yüksek bir oran. 🙂 Şimdi gelelim bu kitabı açıklamaya.
Behçet hoca ve kırk haramiler: harikalar diyarında bir macera
Tahmin edileceği üzere bu kitabın ana teması diğer kişisel gelişim kitaplarından farklı olarak başarısızlık üzerine kuruludur. Fakat bu başarısızlık temasını Behçet hoca, kendisi Araştırma Görevliliği kadrosuna atanırken yaşadığı şeylerden örneklendirerek, başkalarının hayatından da örnekler vererek desteklemektedir. Üstüne de eklemektedir: Ben aslında örneğin senin üzerindeki kıyafetin çok yakıştığı, çok şık olduğunuz yönünde söylediğim şeyi yalan söyledim. Çünkü ben bu yorumu yapacak, hangi kıyafetin güzel olduğu, moda ve kıyafet tasarımı üzerinde profesyonel bilgi sahibi değilim. Öte yandan bu yalanı söyleyen herkes bir yerlerde başarılı oluyor, çünkü bu süslü yalanlar çok kişinin duymak isteyeceği yalanlardır.
Kısaca yalan söyleyen, çok çalışmayan ama çok konuşarak başarılı olan bir tayfa ile konuşmayan ama çalışan, fakat başarısız olan bir tayfa arasında geçen bir başarı hikayesidir bu. Dolayısıyla kitabı anlamak için bu hikayeyi de anlamak gerekiyor. AkademikLink kanalını 4 – 5 yıldır takip eden benim gibi bir insan aslında bu hikayeyi onlarca videoya bölünmüş şekilde öğrenmiş haldedir. Behçet hoca da kendisi bazı televizyon kanallarına ait YouTube kanallarında konuk olarak daha hiç konuşmaya başlamadan sunucuya “bu arada çok şıksınız” diyerek, sonra bahsettiğim bu hikayeyi anlatarak yukarıda bahsettiğim “yalan söylemek” ile ilgili espriyi her yerde yapmıştır. Yani kanalı takip etmeyen herkes de bu videolardan birine rastladıysa kitabın ana temasını anlayacaktır. Gel gelelim bu hikaye nedir?
Kırk haramiler ormanda
Behçet hoca kendisinin Bursalı olduğunu söylemektedir. Bursa da geçirdiği yıllarda babasının ekonomik durumu gayet iyi düzeydeymiş. Bu sebeple çocukluğunun bir döneminde gayet güzel bir eğitim almış. Daha sonra birkaç ekonomik kriz geçiren Türkiye’de babasının da ekonomik durumu giderek kötüye gitmiş. Bu süreç içerisinde Ankara’ya taşınmışlar. Ailesinin bu ekonomik kötüleşmesi bir yerden sonra kronik bir hale gelince bu hal, kendisini çok çalışmak konusunda istekli hissettirmiş kendisine. Üniversiteye de girince bu çalışkanlığı pekişmiş ve bu süreçte akademik kariyer yapmanın kendisini en mutlu edecek meslek olduğuna karar vermiş. Çünkü kendisi her gün saatlerce fakültenin kütüphanesinde çalışıyordu, temelde üniversite hocası olması için de gereken her şey kendisinde vardı: çalışkandı, aklına koyduysa başarılı olabilirdi, temelde de araştırma görevlisi olanlarla da aynı şeyi yapıyordu, yani okuyup yazıyordu. İlerleyen süreçte o şekilde olmadığını birinci elden yaşayarak öğrenmiş. Lisans ve Yüksek Lisans eğitimini tamamladığında üniversitelerin açmış olduğu kadroları da takip etmekteydi. Kendisi çalışkan olduğu için çok iyi bir Yabancı Dil Puanı ve ALES puanı bulunuyormuş. Kadrolar öyle bir şartlarla açılıyormuş ki Behçet hoca baktığında “ilk alacakları kişi benim” diyormuş. Sonra o işin öyle olmadığını öğrenmiş.
Burada akademik kadrolara atanmak için gelen maceralar karşılıyor bizi. Yani kırk haramilerin ormanda yaptıkları ilginçlikler ve Behçet hocanın onlarla yaşamış olduğu maceralar. Hatırladığım kadarıyla bazı maceralar şu şekilde:
- Maceralardan en akılda kalanı Babişko Asuman macerasıdır. Çünkü Behçet hoca bu maceranın yaşanmış olduğu 6 Haziran gününü “Dünya Babişko Asumanlar Günü” olarak bir pastayla kutlamaktadır ve hepsine “Sizi çok seviyoruz, Allah belanızı versin” demektedir. Bu kitabı okurken ciddi ciddi gidip üniversitelerin kadrolarında “Asuman” adlı hocalara baktım. Zaten 2 – 3 tane varmış. Muhtemelen Doç. Dr. Asuman şeklinde potansiyel çok az aday var. Bu hikayede Behçet hoca yine bu inanılmaz başarılı olacağı, direk kendisini alacaklarını, 3 aday alacaklarını, kendisinin de 2.sırada olduğunu düşündüğü bir sırada yine bir mülakata gitmiş. 8 – 10 tane genç orada mülakat için beklerken ve hepsi takım – kıravat giyinip görünüş geçerliliğini arttırırken, pijamasıyla bir kız gelip odadaki adamlardan birisine “Babişkooo ben geldim” gibi bir şey demiş. O an herkesin morali düşmüş tabi. Bizim Behçet hoca da “Tamam ilk kadroya bu Babişkoyu alırlar, diğer iki kadroya buradan birilerini alırlar ben zaten 2.sıradayım” demiş. Sonra mülakat sonuçları bir açıklanmış: ilk kadroya tabi ki Babişko Asuman alınmış. Kendisi Fakülte Dekan Yardımcısının kızıymış. Diğer iki kadroya orada o kadar hazırlanmış gençlerden hiç birisini layık görmemişler. Kadrolar iptal edilmiş.
- Başka bir macerada Behçet hoca atanacağına o kadar inanmış ki özel sektörde çalıştığı işinden ayrılarak son maaşıyla da kendisine bir takım elbise alarak o takım elbiseyle uzak bir şehirdeki bir üniversiteye gitmiş, mülakattan bir gece önce de otelde kalmış. Çünkü neticede atanarak ilk maaşı bütün bunları karşılayacaktı yani. Mülakata girmişler, yine onun gibi olan bazı gençler gelmiş orada sınıfın kapısının önünde ayak üstü duruyorlar falan. Sonra ne olmuş? Listede adı bile olmayan bir aday bu kadroya layık görülmüş. Diğer adaylardan hiç birisi kadroya layık görülmemiş.
- Başka bir macerada Behçet hoca çok çalışıyor. Ayrıca bir arkadaşı da var hiç çalışmıyor. Bir gün bu çalışmayan arkadaş ile konuşurken arkadaş kendisine Akademik Kadroya atanacağını söylemiş. Nasıl olacak o? diye sormuş Behçet hoca. Çocuk da “Benim amcam bilmem nerenin Müteahidi, onun tanıdığı bilmem kim var, o benim işimi yapacak” gibi saçma bir şey demiş. Böyle bir konuşmanın üzerine çocuğun telefonu çalmış: ah evet amcacım, aynen öyle amcacım, evet o bölüm amcacım, evet o kadro amcacım, teşekkür ederim amcacım, hörmetler amcacım. Çocuk o kadroya atanmış. Fakültenin en çalışkan (!) çocuğu, tabi oraya atanması gerekiyordu.
- Başka bir macerada taa Doğu Anadoluda bir üniversitede bir kadro açılmış. E mağlum sütten ağzı yanan yoğurdu da üfleyerek yer. Bu sefer Behçet hoca direkt işten ayrılarak parasıyla otel odası kiralamak yerine ilgili fakülteyi aramış. Telesekereterden mülakat jürisinde bulunan hocalardan birisine ulaşmayı başarmış, hoca açmış telefonu ve konuşmuşlar. Hoca durmadan evet çok güzel mülakat olacak, harika mülakat olacak, inanılmaz bir mülakat olacak. Behçet hoca da sormuş: hocam mülakatta kazanacak olan kişi şuan belli mi, çünkü ben taa Bursadan geleceğim, boşuna beni oraya kadar getirtmeyin. Birkaç saniye bir sessizlik oldu diyor Behçet hoca, sonra telefondaki ses “Evladım, o zaman sen gelme” demiş. 🙂
- Başka bir macerada 1 değil, 3 değil tam 9 kadro açılmış. Bunların iki katı kadar da yedek, 18 yedek, toplam 27 kişiyi çağırmışlar. Bu sefer kesin atanırım demiş Behçet hoca. E tabi ki yine atanamamış. Çünkü kadro için düşünülen kişinin puanı o kadar düşük ki ancak 27 kişi çağrılırsa listeye girmeyi başarıyormuş. Onlar da o kadar kadro açıp en sondaki kişiyi kadroya layık görmüşler.
Behçet hoca bu şekilde 3 – 4 yıl içerisinde 30’dan fazla mülakata girdiğini söylüyor. Tamamında hep kadro önceden birileri için ayarlanmış. Hep o kadro şahsına döşenmiş olan kişiyi kadroya alıyorlar, en azından torpil yaptığımız belli olmasın diye diğer kadrolara da gelen normal çocuklardan birisini alırsın değil mi? Genelde o diğer kadrolar da “gelen adaylardan hiçbirisi bu kadroya uygun değil” diye iptal ediliyorlarmış. Tabi ki uygun değil, çünkü o kadarolarda Adı, Anne Adı, Baba Adı, Doğum Tarihi ve T.C. kimlik numarası … olan kişiler için uygun. Neticede Behçet hoca mülakatlar ile hiçbir yere varamamış, hep karın ağrısı ve mutsuzluk.
Şimdi bu maceraları okuyanlar yalan olduğunu sanacak. Fakat hepsi gerçeklerdir. Tabi ki tutup buraya “…. Üniversitesinde Rektörün 3 kızı ile 2 damadı aynı üniversitede Öğretim Üyeliği kadrolarına atanmış” haberinin linklerini koyamayacağım. Çünkü o haberler bir şekilde internetten kaldırılmış. Kaldırılması iyi olmuş, o çirkin haberler değil bu sayfaya, bu internete bile yakışmıyordu. Okurken bile ufak bir tebessüm ettirmişti beni. Dolayısıyla internetin çok sıkı bir şekilde kontrol edildiği, benim burada (…) koyarak bahsettiğim haberden bile içimde “şimdi başıma bir şeyler gelir” düşüncesinin oluştuğu bir dönemde böyle şeyleri sadece bazı haber sitelerinde görebiliyoruz, onlar da hemen silinebiliyor. Fakat bu haber ilgili sitede üniversitelerin aile işletmesi haline geldiği yönünde insanlarda bir homurtu yaratmıştı. Şimdi burada bangır bangır bağırdılar demiyeceğim tabiki. Öte yandan ben de akademik kariyer yapmaya karar verdiğim dönemlerde buna benzer ilginç maceralar yaşamıştım. Hatta akademik kariyerden vazgeçmem de böyle bir olay sonucu olmuştu ve “çalışmak sorun değil, gerekirse gece uyumayıp çalışırım ama bu şarlatanlarla uğraşamam” şeklinde bir düşünceye kapılıp sonra “bir şeyi kesin yaparım demek bir özgüvendir, fakat bir şeyi yapamayacağını kabul etmek de bir erdemdir” diyerek akademik kariyerden vazgeçmiştim.
Zaten Yüksek Lisans eğitimine de girebilmiş olmam 15 Temmuz 2016 yılında FETÖ’cülerin yol yaparak girdiği yüksek lisanstan atılması sonucu benim sıralamaya girmem ile olmuştu. Çünkü o dönemde ben bir şekilde 2.yedeğe yerleşmeyi başarmıştım. Sonra bu can sıkıcı FETÖ olayı oldu, ardından bir baktığm önümdeki 3 – 4 kişi FETÖ üyesiymiş. O üyeler ani bir şekilde atıldı ve ben sıralamaya girdim. Devamında da 2 yıl sonra yukarıda bahsettiğim erdemlilik halini yaşadım. Tabi ki bu şekilde girmiş olduğum bir Yüksek Lisansı kesinlikle bırakamazdım. (Bırakmayı istemiştim.) Dolayısıyla bir şekilde ıkına sıkıla yüksek lisansı bitirdim. Oldum Bilim Uzmanı Necip Fazıl Alperen. Tabi ki benim de maceralarım Behçet hoca kadar olmaz ama buna benzer şeyler yaşadım, o yüzden her harfi doğrudur diyebilirm. Öte yandan keşke 14 Temmuz 2016 gecesi sevgili annem aniden odama girerek “Necip kalk ihtilal oldu” demeseydi, sonra ben sabaha kadar tankların altında ezilen insanları izlemeseydim. Sonrasında ben yine bir şekilde yine bu erdemlilik halini yaşardım diye düşündürdü bana. Neticede annemin yanlış anlaması az kalsın gerçek haline geliyordu fakat bereket ki öyle bir şey olmadı. ALLAH şehitlerimizin, başta Ömer Halisdemir ve diğer tüm şehitlerimizin mekanını cennet etsin, ruhunu şad etsin, milletimizin başı sağolsun, şehit ailelerimize ALLAH iyilikler nasip etsin.
Behçet hocaya AkademikLink kanalını bu şekilde torpil yapanların yaptıkları yolları açıklayan bir kanal haline getirmesinin sebebi de buna benzer bir olaydır. AkademikLink kanalını başlangıçta İstatistik ve Bilimsel Araştırma Yöntemleri anlattığı bir kanal olarak açmış. Sonra bakmış ki kanal topluluğun da bir şekilde başarı elde etmiş gençlerin yurt dışına kaçtığını, ülkemizde kaldığında da vazgeçtiğini görmüş. Bunu bir şekilde araştırınca yukarıda bahsettiğim hikayelerde olduğu gibi amca/dayı torpili bulanın, FETÖ’den yol yapanın bir şekilde bir yerlere gelebildiği, öte yandan çalışan gençlerin her şekilde cezalandırıldığını görmüş. Bunu bir şekilde kamuoyu haline getirmeye karar vermiş ve kanalı bu konsepte çevirmeye karar vermiş. Her videonun da başında tekrar ettiği gibi “bu kanal vasıtasıyla gördüklerimi ve bildiklerimi anlatma çabası içerisindeyim” diyor. Atatürkün de dediği gibi Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır. Bir ülkede görevini iyi yapanlar bir şekilde cezalandırılıyor, bir adam yapabildiği tek şey olan insanlara bu durumu anlatmaya çalışıyor, öte yanda bir yerde FETÖ üyeleri yüksek lisans kadrolarına ilk sıralardan giriyorsa birilerinin durup önce neyin yanlış olduğuna bakması gerekiyor diye düşünüyorum.
Kırk haramiler ormanın her yerini, her ağaç altını, her tavşan deliğini ve her taş üstünü tutmuş durumdadır. Zaten AkademikLink kanalından da son izlediğimiz şeyler bunları kanıtlar nitelikte şeyler ortaya koymuştur. Çünkü hiçbir şeyden soruşturma açamayıp vay efendim üniversite içerisinde fotoğraf çektin diye soruşturma açmışlar. Yok eksi net ile fizik bölümü kazanarak üniversitenin adını kirletmişmiş. Eksi net ile fizik bölümünün kazanılıyor olması normal bir şey, bunu videoda anlatmak anormal bir şey. Üniversite kampüsünde video çekemezsin demek ne demek? Sizce esas soruşturma konusu bu mu? Belli ki Behçet hocanın kendi hayatından anlatmış olduğu bu maceralar, her 6 Haziranda çıkıp birilerine beddua etmesi birilerinin canını sıkıyor. O halde bu bilgilerin doğru olduğu kanıtlanmıyor mu? Kısaca atı toynaklarıyla beraber ye, amca – dayı kadrolarına yerleş, hiç çalışmadan maaşını al, sonra ülkemiz akademik anlamda diğer ülkelerin yanında komik bir duruma düşsün, konuşanın da ağızına vur, sussun vesaire… Bu üç aşamalı bir süreçtir: 1.Konuşan kişiye “sen mi düzelteceksin bu ülkeyi”, “sanane”, “ay sonunda maaşın yatıyorsa tamam” demek suretiyle susturmak, bunu yaşadığımızı AkademikLink videolarında görüyoruz. 2.konuşan kişiye hakaret vari davranışlar yapmak, bazı yaptığı işleri sekteye uğratmak yoluyla oluyor. Behçet hoca birçok yerde projelerinin askıya alındığını, toplantılarda “sen bilmezsin hocam” gibi aşağılayıcı tavırlarla karşılaştığını bildirdi. 3.Aşama ise kişiyi davalar açarak yıpratmaya çalışmak ve hatta gerekirse hapse girmesine sebep olmak. Şuanda da saçma sapan yok kampüste fotoğraf çekmişsin diye davalar açılması bu aşamada olduklarını gösteriyor.
Dolayısıyla bütün bunlar anlatılan maceraların doğru olduğunu göstermektedir. Peki şu naçizane soruyu sormama izin verin: Vatanını daha güzel bir yer haline getirmeye çalışan Behçet hoca gibi insanlar mı kötü yoksa yukarıda bahsettiğim FETÖ’cülerle aynı kaptan yemek yiyenler mi daha kötü? Bunu da herkes vicdanı ile dursun bir düşünsün.
Subjektif Eleştirilerim
Kitabı okurken katıldığım ve katılmadığım noktaları oldu, hepsini not aldım. Yukarıda da belirttiğim gibi 5 sayfa not aldım. Dolayısıyla tüm eleştirilerimi, katıldıklarımı da katılmadıklarımı da sebepleriyle söyleyceğim. Bu yazımın başlığını da kitabın adındaki “Başarısız ol” ifadesini değiştirerek “en azından çalışmış ol” diyerek değiştirmemin sebebi de bu eleştirilerdir. Behçet hocanın ana teması başarısız olmak üzere, benim ki en azında az da olsa çalışmak üzerine kurulu. Tabi ki başarısızlıkların çok iyi öğretmenler olduğunu düşünüyorum ama bazı noktalara da değinmem gerekiyor. Bu kısımları eğer Behçet hoca okuyacak olursa lütfen alınmasın, iyi niyetlerimi kabul etsin.
Almış olduğum notlar çok karmaşık geldi gözüme, dolayısıyla iyi eleştirilerim ve acı eleştirilerim gibi kategorilere ayırarak bir tasnif etme sürecine girmeyeceğim. Çünkü yaklaşık 3 yıldır çok tembel bir insanım. Ben de vaz geçtim. 🙂 Dolayısıyla tüm eleştirileri buraya maddeler halinde sıralayacağım. Fakat yukarıda da çok defa tekrar ettiğim gibi bu yorumlar yukarıda anlattığım kırk haramilerin maceralarını bilince daha bir anlamlı hale geliyor.
- İlk eleştirim acı bir eleştiri olacak. Behçet hocanın işlediği ana temada bir arabesk havası seziyorum. Kitabın her yerinde sürekli olarak “doğduğun aile ne kadar zenginse sen de ömründe o kadar zengin olursun” veya “bir yerlerde köşe diplerinde (yukarıda bahsettiğim gibi ağaç altlarında ve tavşan deliklerinde) amcan/dayın varsa başarılı olabilirsin” veya en basitinden “başarılı olmak için çalışma, Babişko Asuman değilsen başarısız olursun” şeklinde yakarışları seziyorum. Behçet hoca çok iyi bir insan, bunu da neden yaptığını anlıyorum: Bir yerde Atatürke ait olduğu söylenen bir sözde “başarılı olmak için kendini aciz hissedercesine çalışacaksın” gibi bir söz geçiyordu. O zamanlarda o sözü çocuk kafamla anlamamıştım. Fakat şimdi anlıyorum, bu şekilde çalışınca ölmemek için çalışıyorsun. Aslen Behçet hoca da burada bizlere Atatürkün yaptığı gibi kendimizi aciz hissedercesine çalıştırmaya çalışıyor. Fakat kitaptaki arabesk havasına bakınca “çalışma, kola iç, uyu, Ferdi Tayfur ve Orhan Gencabay dinleyerek zaman sermayeni yok et” anlamı doğuyor. Dolayısıyla “zaten başarısız olacağım, çalışmama gerek yok” düşüncesinin bu hayat için anti depresan kullanımını arttırmak yoluyla sadece Bayer’in işine yaradığını düşüncesindeyim. Çünkü hayat boş durmak, hiç bir şey yapmamak, başarısız olsan bile çalışmamamak için fazla sıkcı ve gereksiz uzun. Hayat çalışmayıp Ferdi Tayfur dinleyip duvara bakmak için fazla sıkıcı ve uzun. Dolayısıyla bir sonuca veya başarıya ulaşmak için değil, benim şuan bu yazıyı yazmam örneğinde de olduğu gibi bazen sadece bir şeyleri yapmış olmak için bile çalışmak gerektiği inancındayım. Ayrıca burası hiç bir zaman Hindistan gibi olmadı. En son tapılan sığırı kurban bayramında yedik. Dolayısıyla doğduğun toplumsal sınıf neyse o sınıfta ölürsün diye bir kural yok. Bu kuralı sen kendine koyarsın ancak. Dolayısıyla bir kişinin fakir olmak da kendi seçimi, başarısız olmak da kendi seçimi. Burada ortaya zenginliği nasıl tanımladığımız problemi de çıkıyor. Zenginlik çok paranın olması mı? İhtiyaçlarını en makul şekilde karşılayabilecek kadar paranın olması mı? Herkes en makul kazancı elde etmek için basit bir şeyler bile yapsa fakirlik diye bir şey olmaz zaten. Ülkemizin durumuna da baktığımda kimse doğduğu toplumsal sınıfta kalmıyor, yüksek ihtimalle bir üst ekonomik sınıfa yükseliyor.
- Kitapta şans başarısına yüksek bir vurgu yapılmış. Şansın varsa başarılısındır. Zira senden önce dayı/amca kadrolarının açılmış olması, senin de bu ailede doğmuş olman bir kaderdir. Bu düşüncenin de sadece “doğduğun aile kaderdir” fikrine katılıyorum. Neticede insanlar doğduğu aileyi seçemezler, ama evlendiği kadını seçebilir. 😀 Şaka bir yana şans başarım çok az olmakla birlikte şuanda Milli Eğitm Bakanlığında Fen Bilimleri Öğretmeni olarak çalışıyorum. Behçet hoca kendisi de Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde Nöro-pazarlama alanında Prof. Dr. düzeyine kadar ulaştı. Çok mu şansı vardı? Kitabında da anlattığı gibi Ankarada serserilerin annene küfrettiği bir yerde yaşayarak çok şanslı bir konuma ulaşamazsın. Benim durumun da benzer. Fakat bu da bir başarı değil mi? Dolayısıyla şans olmadan da bir şeylerin yapılabileceği inancındayım. Öte yandan hiç bir yerde “şans” kelimesi “çalışma” kelimesinden önce gelmez. Başarı da şans ta öncesinde bir çalışma gerektirir. Ben öğretmen olmam sebebiyle çok “öylece boş boş yatıp hiç bir şey yapmayıp, acılı tavuğu oynayan” insan gördüm. Dolayısıyla şans dediğimiz şey o şansı sana vurduğunda değerlendirecek bir çalışmayı ve başarıyı da gerektirir. Örneğin Behçet hocanın örneğinde ÖYP programında merkezi atama kadrosu açıldığında halihazırda çok iyi bir ALES ve YDS puanı olmasaydı Eskişehir Osmangazi üniversitesine muhtemelen giremezdi.
- Birbaşka acı eleştirimde ise Behçet hocanın o kadar şansız ve fakir bir noktada olmadığını görüyorum. Örneğin kayın pederi Korede çok kullanılan bir Borsa mobil uygulaması geliştiren şirketin patronuymuş. Dediğim gibi evlendiğin kadını seçebilirsin. 😀 Ayrıca çocukken gayet yüzme kursuna vesaire gitmiş. Yani güzel bir çocukluğu, kaliteli ve başarılı bir eğitim hayatı olmuş. Dolayısıyla burada yapmış olduğum tuzlu yorumu biraz daha hafifleterek aktaracak olursam aslen Behçet hoca kendisi de şans başarısı çok çok minimum düzeyde olmasına rağmen “çalışarak” bir mevkiye ulaşmış, buna rağmen bu karamsar havayı yansıtıyor. Çünkü o bir nöro-pazarlama uzmanı. Çünkü nöro-pazarlamada insanların ilkel beynini devreye sokarak bazı davranışları elde etmek ve sonra o davranışarını sürdürmesini sağlmak mantığı vardır. Örneğin dondurma ve bisküvi reklamlarında bile çıplak kadınlar ve kaslı erkekler görmemizin sebebi budur. İlkel beynimize ait cinsellik dürtüsünü devreye sokarak sonra da “yeaaaağğğğ gidip Biskremm yiyeceğiiiimmmmm o garı benim benim olacak!!!” gibi bir mallık yaptığımızı düşünüyorlar. İki yıldır biskrem yemedim. 😀 Neticede erkekler maldır ama o kadar mal olduklarını da zannetmiyorum. 😀 Behçet hoca da burada bu şekilde gerçek olmayan bir hava oluşturarak insan ilkel beynine ait başka bir dürtüyü ateşlemeyi hedefliyor: saldırganlık. Dolayısıyla burada tam tersi yönden aptalca gaza getiren kişisel gelişim kitapları ile aynı şeyi yapıyor, saldırganlık dürtüsünü ateşleyerek kitabın pazarlamasını yapıyor.
- Kitapta başarının tanımının çok eksik yapıldığı inancındayım. Sürekli olarak daha fazla para kazanmayı başarı olarak sayıyor. Burada da ortaya kim kadar paran olursa daha başarılı olursun?” sorusu doğuyor. Çünkü olayı sadece paraya bağladığın zaman her zaman başarısız olman tamamen olası bir sonuçtur. Çünkü atanıp memur olsan çarşıdaki esnaf senden daha zengindir. Zengin bir esnaf olsan bir sanayici senden zengindir falan o saçma sarmalı burada tekrarlamayacağım. Bununla birlikte başarı herkes için farklı bir tanıma sahip olabilir. Bir kişi için sadece hayatta kalmak veya bu gün karnını doyurmak bir başarı olarak algılanabiliyor. Bir başkası için güzel bir kitap yazmak, bir başkası için girmiş olduğu ev kredisinin üzerinden kalkmak. Öte yandan iyi bir öğretmen olmak da bir başarıdır, iyi bir iş insanı olmak da bir başarıdır. Başarıyı bu mesleklerin kazandığı paraya göre mi hesaplayacağız? Dünyada binlerce insan tipi var ve hepsinin başarı anlayışı aynı değildir. Burada başarısızlık para yokluğuna başarı da para varlığına denilmiş. Fakat başarı denilen şey bir kişinin hayat misyonuna göre değişir. Kişinin uğraştığı işte ne konumda olduğuna göre başarı tanımı yapılması gerekir. Öte yandan kitabın başarı konusunda bir çarpık yanı da isminde yatıyor. Çünkü kitap adında “Çalış başarısız ol” diyor. Yani bir şekilde başarısız olsan da çalışmaya devam et gibi bir düşünce uyandırıyor ismi. Ama kitabı açıp okuyunca “Çalışsan da başarısız olacaksın, çalışmana gerek yok” gibi tam tersi anlam uyandırıyor.
- Bir başka eleştiri de ahlaki yönden gelecek: torpil yapılması, yol yapılması, bazı kişilerin çalışmasa da bir yerlerde bulunması, bazı kişilerin çok çok çalışsa da bir yerlere ulaşamaması gibi şeyleri eleştirmiş durumdadır. Dediğim gibi bunları ben de kendi hayatımda çok iyi örneklendirebiliyorum. Fakat AkademikLink kanalı ile kitapta ki bilgileri kıyasladığımızda örneğin Behçet hocanın da yurtdışı ortaklı bir projenin etik kurulundan çabuk geçmesi için araya adamlar soktuğunu görmekteyiz. Hatta bu anekdotu ile yurtdışındaki hocanın kendisine “Behçet siz etikle ilgili bir kurula etik dışı araya adam mı sokuyorsunuz, sence de bu çok ironik değil mi?” diye sorduğunu bildirmiştir. Burada ben de kendi öz eleştirimi yapmalıyım: belli bir süre sonra mental yorgunluğun o düzeye kadar çıkıyor ki “tükürürüm ahlakına” diyorsun. Bu düzeni ben kurmadım, burada çalışmak için düzene ayak uydurmam gerekiyor diyorsun. Kısaca kocaman bir kanal kurup bir de kitap yazmak gibi şeyler yaparak ahlaksızlara hiçbir ders veremiyorsun fakat onlar devletin gücünü kullanmak suretiyle sana çok güzel dersler veriyorlar. Bir süre sonra sen de onlara ayak uydurmaya başlıyorsun. Burada herkesin çuvaldızı kendisine batırması gerekiyor.
- Ayrıca sürekli olarak Babişko Asuman eleştirisi olduğu, bunun hem kitapta hem diğer mecralarda çok geçtiği, buna rağmen erkek bir Babişko Asuman olan Tunç hoca adlı kişinin o kadar sert eleştirilmediğini görüyoruz. Bu kapsamda Tunç adlı kişiye bir torpil yapanında, eleştirileri hafifletmek yoluyla Behçet hoca olduğunu diyebiliriz. Öte yandan çok fazla Babişko Asuman var, Asuman adlı arkadaş bu konunun ancak spesifik bir örneği olur. Dolayısıyla artık başka örneklerle portföyümüzü genişletmenin vakti geldi diye düşünüyorum.
- Çok fazla acı eleştiri yaptım, bir tane de tatlı eleştiri yapayım: kitapta uçaklarla ilgili geçmiş tarihlerde yapılan bir çalışmadan bahsedilmektedir. İkinci Dünya savaşı sırasında bir İngiliz mühendis geri dönen uçakları inceleyerek uçakların çoğunlukla kanat uçları gibi yerlerden hasar aldığını gözlemlemiş. Bu sebeple herkes uçağın hasar aldığı kanat uçları bölgelerinin güçlendirilmesi gerektiğini düşünürken ilgili mühendis uçakların gövde ve kuyruk kısımlarının güçlendirilmesine karar vermiş. Çünkü dikkat edilmeyen unsur bunların geri dönen uçaklar olduğuydu. Düşen uçakların neresinden hasar alıp düştüğünü kimse görmedi. Dolayısıyla kanat uçlarından gelen hasarlar uçakların düşmesine yetmemiş, gövde ve kuyruktan gelenler düşürmüştür. Bu fikre fazlaca katılıyorum. Hatta bu direk gördüğün olayı doğru kabul etmenin bir adı bile var: hayatta kalan savsatası. Burada biz başarılı olan örnekleri inceleyerek sanki biz de aynı şeyleri yaparak başarılı olurmuşuz gibi geliyor. Fakat başarısız olanların nasıl başarısız olduğunu incelersek daha iyi bir analiz ederiz. Dolayısıyla biz de hayatta kalan savsatasına kapılarak bir mevkiye ulaşmış insanların neler yaptığına bakıyoruz, oraya ulaşmaya çalışmış fakat vazgeçmiş insanların neler yaptığına daha fazla bakmamız gerkiyor.
- Kitabın bir yerinde dolmuş ile sabah kalkmış işine gitmeye çalışan insanların fotoğrafı bulunuyor. Bu fotoğraf üzerinden Eğitim Bilimci Skinner’in bir çalışmasından bahsetmektedir. Bu deneyde bir fare vardır, bu fare bir kafes içerisindedir ve aynı kafeste bir düzenekte bulunmaktadır: bir pedal vardır, fare pedala bastığında tepeden peynir düşmektedir. Burada bir şekilde hatayla veya bilerek farenin bir defa o pedala basması sağlanır, peynir düşer ve fare karnını doyurur. Çok güzel… Fakat bir süre sonra fare karnını doyurmak için o pedala basmak zorunda olduğunu anlayınca ve pedala bastığında her zaman bir peynir aldığı için farenin sürekli olarak pedala bastığı gözlenmektedir. Yani fare pedala basmayı çok iyi bir şekilde öğrenmektedir. Burada Skinner’in deneyindeki bu fareler ile dolmuşta işe giden insanlar birbirine benzetilerek insanların da doğum ile ölüm arasında geçen süreç içerisinde çalış – para kazan – çocuk yap – çalış – para kazan şeklinde kısır bir döngü içerisine söküldüğünü göstermektedir. Bu durmadan tüm herşeyi “dış güçler yapıyor oğull” diyerek kendisi haricindeki şeylere suçu yıkan dedelerin yaptığı şeye benziyor. Öncelikle Skinnerin yaptığı bu deney eğitim biliminde Fakülteye ilk girdiğinde 1.sınıfın, 1.döneminde ilk 1.ayda öğrendiğin “Edimsel Koşullanma” olayını ispatlayan bir deneydir. Kitapta çok sık bir şekilde farklı sosyal bilimlerdan alınmış gerçek ve kaliteli çalışmalar bu şekilde çarpıtılmıştır. Fare sürekli pedala basmaktadır çünkü bir davranış yapmaktadır ve karşılığında bir ödül almaktadır. Bir daha aynı ödülü almak için bir daha o davranışı yapması gerektiğini öğrenir. Bu bir raddeye kadar insanların öğrenmesine de uygulanabilir. İnsanlar işe gider (davranış, pedala basar), sonra para kazanır (ödül, peynir yer) ve bu şekilde para kazanmak ve hayatını ikâme etmek için bu şekilde davranması gerektiğini öğrenir. Yani çok kaba öğrenmelerde insan da fareden farksızdır. Fakat burada bunu sanki dolmuşla sabah işe giden insanların yanlış bir şekilde eleştirildiğini görüyorum. 1.İnsanlar işe gidiyor, çünkü para kazanmaları lazım ve bu yanlış bir şey değildir, daha iyi bir yaşama şekli olsaydı muhtemelen onu yaparlardı, dolayısıyla pedala basmakta bir sorun yok, ne yapsınlar milletin sadakasıyla mı geçinsinler? 2.kimse kimseyi zorla üremesi için bir şey yapmıyor. Kimse kimseye sabah pedala bas akşam da çocuk için bas gibi bir şeye zorlamıyor. Herkes çocuğu da kendi istediği için yapıyor, sabah işe de kendi gidiyor, çalıştığı işi de kendisi seçiyor belirli bir düzeye kadar. 3.böyle bir sarmalın içine girip pedala basmak ve sonunda da ölmek normal insanların sıkılmadan yaptığı bir şeydir. Çünkü ben gözlemlediğim kadarıyla çok az sayıda insanın yaptığı iş haricinde bir hobisi var. Çoğu insanın bir işi yoksa öylece durup televizyon izler yada Instagramda gezer. Çok az kişi gezmek, yazı yazmak, fotoğraf – video çekmek, bir müzik aletini çalmayı öğrenmek, bir spor dalını yapmak, işi haricinde bir öğrenme alanına sahip olmak vesaire gibi istekleri var. Aslında çoğu insan zorunda olmasa o pedala da basmaz aslında. Dolayısıyla insanların %80’inin istediği şey hiç bir şey yapmamaktır. Videonun birinde Trakyalı bir adam “iiiç istemem çalışmak, eepp isterim yatmak” gibi bir şeyi komik bir şekilde söylüyordu. Kısaca insanlara pedala basmayı da sistem zorlamasa aslında ekonomiye hiç katılmayacaklar. Dolayısıyla hem insanların bu haline saygı duymalı, hem de pedala basma sistemini kabul etmeliyiz.
- Kitabın insanlara sürekli başarısızlık hikayeleri anlatması, sonra birilerin torpil ile başarısız olması eğitim bilimlerinde de klasik koşullanma olayına denk geldiğini görmekteyiz. Burada iyi olan ve insanın istediği bir şeyi kötü olan bir şey ile beraber veriyorsun. Kişi onların arasında bir bağ kuruyor. Sonuçta iyi olan şey ile kötü olan şeyi birleştiriyor. Örneğin sen bir insana sürekli “çalışma çalışsan da başarısız olursun” deyip sonra da “bak filanca insanlar da torpil yaptırarak başarılı oldu” gibi bir şey söylediğin zaman bir bağlantı kuruyorsun insanlara: çalışma –> torpil yap. Dolayısıyla kitap bir yerde aynı yerden aşırı bastırdığı için diğerleri ile aynı şeyi yapmış oldu. Babişko Asuman örneğini aşırı herkesin önüne vermek ve diğer torpil örnekleri ile birlikte vermek Babişko Asumana herhangi bir zarar verdi mi? Acaba bu insanlarda “babişko Asumanları yenmek için daha çok çalışmalıyım” şeklinde bir inanışa mı sebep oluyor yoksa “ben de bir babişko Asuman bulayım” şeklinde bir inanışa mı sahip oluyor? Burada adaşım Necip Fazıl Kısakürek’in de bir sözü gelir aklıma, der ki: insan nefsi dönen bir çark gibidir, iyi tarafı da çok çevirirsen karşı taraftan yine kötü tarafı eline gelir. Dolayısıyla torpil torpil torpil, insanlar diyecek ki torpil! Burada iyi örneklerin daha fazla ön plana çıkartılması gerektiği inancındayım. Kötü örneklerin üzerinde durulması örneğine katılıyorum, iyi örneklerle beraber anılmaları gerektiği inancındayım. Örnek vermek gerekirse ülkemiz akademik başarı yönünden böyle bir yerde olsa da bazı alanlarda örneğin Sağlık sektöründe, uydu teknolojilerinde, askerlik mesleği ve askeri teknolojide, görsel medyada vesaire iyi konumlardadır. Bu bir yerden sonra da bizim ülkemize pis bir yer, Avrupa ülkelerine çok iyi bir yer gibi bir reklam yapıyor. Reklamın da iyisi kötüsü olmaz malum, dolayısıyla bizim ülkemizi inanılmaz kötü bir yer olarak gösterdiğimiz zaman tabi ki insanlar yurtdışına kaçacaklar. İyi yanlarımızı da aynen Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi ön plana çıkartmamız gerekiyor. Sürekli Babişko Asuman örneklerini gördüğümüz için diğer örnekleri gözümüzden kaçırıyor olabilir miyiz acaba?
- Kitabın bir yerinde ise zengin insanların daha iyi üniversitelere gitmeleri ve parayla elde ettikleri bu başarıyı sanki bir yetenek gibi pazarlamaları örneği verilmiş. İnsanlar başarılarını okudukları üniversiteler ile ölçtükleri örneği üzerinde durulmuş. Bu gayet doğru bir örnektir. Zira paran varsa üniversiteyi gidip en pahalı üniversitede sınava bile girmeden okursun. Sonuçta diploma alırsın. Fakat aldığın diplama seni filanca x üniversitesinden mezun olan kişiden daha geriye koymaz. Burada senin değerini yine senin çalışman belirlemektedir.
- Başka bir örnekte ise kurallarının rastgele birilerinin zengin – fakir olarak ayırdığı bir oyundan bahsetmektedir. Oyun zengin olarak etiktelenmiş olan gruba baz haksız kazançlar sağlamaktadır. Örneğin fakirler bir adım ilerlerken zenginler bir zarla iki kutu birden ilerleyebiliyor veya bazı jokerler kullanabiliyor. Oyunu oynayan kişiler gözlemlendiğinde zengin insanların masaya yumruk vurma, koltuğa yayılarak oturma, pis pis gülme gibi davranışlar sergilediği gözlemlenmiş. Oyundan sonra zengin olan grup başarısını tamamen kendi yeteneklerine ve strateji kabiliyetlerine bağlamışlar. Burada kitap, tamamen rastgele dağıtılmış ve kurallarının açıkça adaletsiz olduğu belli olan bir oyunda bile insanların kendilerini başarılı saymaları, başarılarını azim ve kararlılığa bağlamalarını eleştirmiştir. Bu tamamen doğru bir eleştiridir. Zira ben de gerçek hayatta insanların oyun oynarken ne kadar çirkinleştiğini görüyorum. Çünkü insanlar özünde kötü yaratıklardır. Çoğu insanın kafasında adalet kavramı “Başkasının zararı olsa bile kendinin menfaati varsa adalettir, fakat kendisi bir şekilde menfaatinden ödün veriyorsa adaletsiz olmuştur” inancı vardır. Hatta bunun da bir adı vardır: geleneksel ahlak. Dolayısıyla insanlar çoğu yerde kendilerinin haksız bazı şeyleri almasına adalet, başkalarının hakkını alamamasına da adalet diyor olabilirler. Burada insanın kendisini başkaları ile yarış haline sökmemesi olayı önemlidir. Yarışma, bir grubun diğeri üzerine üstünlüğü konusunda herkes çirkinleşir. Çünkü insan fıtratı gereği kendini “ulu, yüce, üstün” görmek ister. Böyle bir egoları var, insanları böyle kabul ederek herkesin kendi işine bakması gerekir.
- Yine bir deneyden bahsedilmektedir: insanlara bazı kutular gösterilerek kutuların içerisinde bir miktar para söylenmektedir. Tek bir kutuyu açarak onun altında olan parayı almaktadırlar. İnsanlar hangi kutuyu açtıklarını ve deneyin sonucu ne olduğunu söylemeleri de serbest. Burada insanlar boş olan kutunun yerini bir sonraki kişiye söyleseler, sonradan giren kişi boş olan kutuyu bildiği için %100 olarak dolu kutu açacak. Fakat herkes 20 lira olan kutunun yerini söylüyorlar. Dolayısıyla deneyin toplam başarısı da %50’lere falan düşüyor. Burada da yukarıdaki deneyde olduğu gibi insanların art niyetli bir şekilde kendilerini üstün hissetmeye çalışma çabasının bir örneğini görüuyoruz, fakat kitap burayı şu şekilde yorumlamış: eğer başarısız örnekerin üzerine odaklanarak nasıl başarısız olduklarını bilirsek topluluk olarak daha başarılı bir hale gelebiliriz. Bu kesinlikle doğrudur. Aslında yukarıda bu konuyu çok fazla da açıkladım, sadece kısa bir değinecek olursak: başarısızlıklardan ders çıkartmak, aynı hatadan bir daha başarısız olmamak, hayatta kalan savsatasına kapılmamak, diğer insanlara da kendimizi aşağılamamak gerekiyor. Yani PR olayı gelince biz şöyle başarısızız demek yerine biz çok başarılıyız demeliyiz. Örneğin “torpil çok dönüyor” demek yerine “torpil ve nepotizm ile savaşan iyi yürekli insanlarımız var” dememiz daha doğru olacaktır.
- Kitap bazı başarı öyküleri vermiş. Bunların aslında şişirme başarılar olduğunu söylemiş. Çok doğru bir tespit, fakat bir farkla. Örneğin Ali Koç ve Rahmi Koç gibi kişilerin bir yerlere gidip “önce şöyle bir 1 milyon dolar batırdım…” gibi saçma sapan hikayeler anlatarak “nasıl başarılı oldum?” konulu bir martaval okuduklarını söylemektedir. Ben bu hikayelere Bill Gates gibi adamların üniversitelere gidip “sizler de Bill Gates olabilirsiniz” gibi şeyler demesi veya Donald Trump’ın bir televizyon programına çıkarak “Babam bana çok az bir 1 milyon dolar vermişti” gibi trajedilerden bahsetmesini de ekleyebilirim. Acaba Ali Koç halihazırda milyarder olan dedesi olmasaydı ne olurdu? Bill Gates babası tarafından ABD’nin tamamında sadece 1 tane bulunan bilgisayarlı okula gönderilmeseydi acaba Avukat mı olurdu yoksa Microsoftun baş yazılım danışmanı mı? (Şuanda o görevde değil). Dolayısıyla bunların boş martavallar olduğuna ben de katılıyorum. Zira birisi gidip Bill Gates nasıl başarısız olur diye bir hikaye anlatsa daha mantıklı bir şey anlatır diye düşünüyorum. Hatta kendini çok başarılı sanan zenginlerden birisi tüm varlığını bir yere koyup kendisi hiç parası olmadan başka bir şehirde yaşamaya çalışmış. Amacı ise “başarım benim zekamla ve yeteneğimle ilgilidir, yeniden bir şehirde beş parasız kalsam 1 yıl içerisinde tekrar milyarder olurum” şeklindeymiş. Bir yılın sonunda cici otomobillerine koşarak geri dönmüş. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta bu insanların yaptığı şey bir başarı değildir fakat bu aileler varoluşsal olarak zengin değiller. Paranın karakterinde öyle bir şey yoktur. Bir ailede herkes doğuştan zengin, başka bir ailde de herkes doğuştan fakir, böyle bir şey yok. Örneğin Rahmi Koç konusunda bu söylenebilir fakat Hacı Ömer Sabancı için aynı şey söylenemez. Hacı Ömer Sabancının durumu incelendiğinde halihazırda aileden zengin değil, kendisi pamuk işçisi. Sonra bir şekilde Adana da pamuk işçilerinin başına geçerek başarı elde etmiştir. Buna şans başarısı da diyebiliriz. Fakat öte yandan ben öyle çok kişi gördüm şans gözünün önünden geçip gidiyor, o hala oturduğu yerde dert yanmaya devam ediyor. Dolayısıyla adam kendine acımayı bir kenara bırakmış ve pamuk işçilerinin aracılığı iş fikiri bir şekilde aklına gelmiş. Dolayısıyla “nasıl başarılı oldum” tarzındaki şeyler ne kadar boş dramatizasyondan ibaretse kendine acıyarak oturmak da öyledir. Fırsatları kovalamak ve bir gün fırsat geldiğinde onu yakalayabilecek donanıma sahip olmak gerekmektedir.
- Kitapta bazı doğru tespitler bulunmaktadır. En başta başarılı olmak için bazen kendini rezil etmen gerekir diyor. Doğru diyor. Rezil olmak dediğin şey zaten diğer insanların seni aşağılamasıdır. Seni aşağılıyorlar çünkü kendi başarısızlıklarını sende görüp seni aşağılıyorlar. Bir konuda başarısız olunca ondan ders çıkartarak, kendine hiç acımadan hemen ayağı kalkıp yoluna devam etmen gerekir. Ayrıca başarının belli bir formülünün de olmadığını söylüyor. Bunu ben öğrencilerime ve çevremdeki insanlara rehberlik etmek için sürekli söylüyorum zaten. Başarının özel bir formülü olsaydı 1.onu ben size söylerdim ve sizin de başarılı olmanızı sağlardım, 2.Kapitalist düzende birileri bu başarı fomülünü tescilleyip kendi itescilli markası haline getirmeye çalışırdı. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğim Atatürk’ün “aciz hissederek çalışacaksın”, burada bahsettiğim “başarısız olsan bile kalkıp yine çalışacaksın” formülünden başka bir formülü yok.
- Kitap bir kartal örneğinden bahsediyor: bir kartal eğer tavuk yuvasında doğarsa kendini tavuk sanar ve uçmaya hiç çalışmaz diyor. Doğada bunun oldukça yanlış olduğunu çok sık bir şekilde gözlemliyoruz. Örneğin sülün kuşları yavrularını saksağanın yuvasına koyar. Saksağan yavruyu kendi yavrusu sanar ve büyütür. Burada sülün, ben saksağanım demiyor. Bir başka örnekte de guguk kuşu kendi yumurtalarını sinek kuşunun yuvasına koyar. Burada biraz daha acı bir hikaye vardır. Çünkü guguk kuşlarının gagası sinek kuşlarından farklı olarak keskindir. Yavru sinek kuşları yuvaya dışardan konulmuş guguk kuşlarına sokulunca guguk kuşu kafalarını gagalayarak onları öldürür. Sonuçta sinek kuşu ölen yavruları atar ve guguk kuşunu besleyip büyütür. Peki sizce sinek kuşu tarafından büyütülen guguk kuşu, sinek kuşu gibi çiçek çiçek gezerek polen mi topluyor? Hayır, yeterince büyüyerek uçarak yuvayı terk ediyor. Kısaca sen tavuğun yuvasında büyüyen bir kartal olsan da eğer fıtratında bir şey varsa onu yaparsın. Yapamazsan için daralır zaten. İnsanlar kendi yeteneklerini en iyi şekilde meydana çıkardıklarında daha mutlu olduğuna yönelik çalışmalar da bulunmaktadır. Yukarıdaki Hindistan örneğimi tekrar söyleyeceğim: bizde kast anlayışı yok, eğer bir yeteneğin varsa onu zorlarsan başarıya ulaşırsın.
- Kitapta aktarılan genel kanının aksine zengine sen zengin ol diyen, fakire de sen fakir kal diyen herhangi bir kişi veya kurum yoktur. Tamamen zenginlik de fakirlik de kişinin kendi tercihleri ile ilgili bir durumdur. Yukarıda da bahsettiğim gibi bazı insanların şans önünden gelip geçerken o durup kendine acımaya ve hayıflanmaya devam eder, bazı insanlara da şans geldiğinde onu hemen o anda alır ve değerlendirir. Her zaman çok sevdiğim bir söz: kader çalışmaya aşıktır. Dolayısıyla “ben fakirim” deyip küçük Emrah gibi kaşlarını büküp oturacağına “bu gün ne öğrenebilirim” diye bir şeylere bakman lazım. Kim bilir, belki oradan bir şans kapısı açılır. Dolayısıyla hiç bir şey yapmayarak dert yanmayı çok onursuzca buluyorum. Bunun yerine bir şeyler yapmaya çalışıp “başaramadım ama en azından çalıştım” demek bence daha onurlu bir davranıştır.
- Kitapta Celal Şengör ve İlber Ortaylı gibi kişilerin “babaları zengin olmasaydı kendileri hoca olurlar mıydı?” şeklinde bir yorum yapmış. Bu örnek yukarıda bahsettiği Ali Koç ve Rahmi Koç örnekleri ile aslında birebir aynı örnekler. Fakat Celal Şengör ve İlber Ortaylı gibi kişiler bu gibi bir tespit için gayet sığ örnekler kalıyorlar. Zira bu kişileri “çok başarılı bir hoca” olarak değerlendirmek yerine “çok başarılı bir sosyal medya fenomeni” olarak saymak daha doğru olurdu. Benim şahsi kanaatimce bu kişiler kendilerinden başka herkesi cahil diye yaftalayan, bu ülkeyi sevdiğini zanneden ama bu ülkedeki canlı – cansız her bir şeyi aşağılayan boş beleş insanlar. Bu güne kadar Alman ve Fransız seviciliği haricinde bir şey yaptıklarına şahit olmadım. Babalarının parası olmasaydı bir şey olmayacakları da doğru bir tespittir. Onun yerine Halil İnalcık hoca gibi karakterler neden hiç değerlendirilmiyor? Yukarıda bahsettiğim reklamın iyisi – kötüsü olmaz ve iyi yönlerimizi de reklam etmemiz gerekiyor düşüncesini tekrar etmemiz gerekiyor. Zira Halil İnalcık hoca normal bir köyde yaşayan çiftçi bir ailede doğmuş bir gençtir ve öğretmen lisesi sınavlarına girerek başarılı olmuştur. Bu bizim için en iyi örnek olurdu açıkçası. Bu torpilsiz bir başarı hikayesidir.
- Kitapta eğer fakirsen, alt toplum sınıfına dahil bir insansan başarısız olman kesin – garanti bir şey olduğunu söylüyor. O halde çalışıp daha güzel başarısız olmak daha havalı değil mi? Bazı istatistiksel bilgiler verilerek çoğunluğun başarısız olmak zorunda olduğunu söylemektedir. Öncelikle bu istatistiksel yöntem hatalı yorumlanmış durumdadır. Çünkü insanlar çoğunlukla, yani hiç bir zaman normal dağılım göstermezler. İnsanları ölçen her istatisitiksel çalışma ya sağa çarpıktır, ya sola. Dolayısıyla bir işte çoğunluğun başarılı veya çoğunluğun başarısız olduğu senaryolar tabiki vardır. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta dünyada binlerce hatta milyonlarca iş var. Bir işte başarısız mı oldun, hemen başka bir iş al eline ondan da başarısız ol. Başarısız olmanın bir limiti mi var? Başarısız olduk diye oturup ağlayalım mı? Eski ateri oyunlarında olduğu gibi 3 defa başarısız olma hakkımız mı var? Tutup bin defa başarız olup bin birinci defa başka bir işi daha alalım elimize yani, belki onda başarılı oluruz.
- Kitapta aile tutumunun çocuğun başarısı üzerinde çok yüksek bir etkiye sahip olduğunu bildiriyor. Burada kesinlikle haklıdır. Zira bir ailede eğer anne – baba kendi çocuğunu sürekli olarak aşağılıyor ve hor görüyorsa o çocukta kendini küçük görme davranışı gelişiyor. Yukarıda Necip Fazılın bahsettiğim insan nefsini bir yerden bastırınca öbür yönden çıkması davranışını hatırlayın. Bir süre sonra insan başarısız ruh halini kabullenir ve “evet, ben aşağılık bir insanım” der ve hiç bir şey yapmaz.
- Ayrıca çok bir başarısı olmamamasına rağmen kendisini konuşarak çok başarılıymış gibi gösteren, aşırı öz güvenli kişilere daha fazla güvendiğimizi belirtmiştir. Ben şahsen bu kişilerin narsist olduğunu düşünürüm ama benim ailemde oldukça fazla var bunlardan. Bu durumda yükek tecrübelerimle söyleyebilirim ki evet, bu kesinlikle doğru. Narsist kişiler bir yerde bir satır yazsa, benim burada yazdığım sayfalarca yazıyı aşağılar ve kendinin ne kadar altın değerinde bir satır yazdığını söyler. Diğer insanlar da ona inanır. Bu böyledir. Burada yine yukarıda bahsettiğim reklamın iyisi kötüsü olmaz davranışı ortaya çıkıyor. Başarısızlıklarımızdan ders çıkartalım ama onları kendimize saklayalım. Başarısızlıklarımızı herkese söylememize gerek yok. Ama başarılarımızı herkese söylememize gerek var. Çünkü o zaman narsistler hak etmedikleri bir başarının keyfini sürüyorlar, o da yine başarılı olanların kendisini çok aşağılamasından kaynaklanıyor.
- Benim burada yaptığım eleştirilere bakacak olursak sürekli başarısız olacağım diye dert ağlamayıp çalışman gerekitğini söylüyorum. Kitabın ilerleyen sayfalarında Behçet hoca da bu düşünceye katılmış durumdadır. Kimi zaman rezil oldum ama kalkıp çalışmaya devam ettim diyor.
- İnsanların arasında ne kadar ahlaksız insan varsa diğer insanların ahlaksızlık yapma düzeylerinin o kadar arttığı bildirilmiş. Burada kesinlikle doğru bir tespitte bulunmuştur. Ahlaksızlık bir çeşit hastalıktır. Nasıl ki mikrop bir vücuda bulaştığında hızlıca tüm her yere yayılarak organizmayı öldürür. Ahlaksızlıkta öyledir, tedavi edilmesi gerekir. Çünkü birileri ahlaksızlık ediyor ve caza almıyor, ceza almadıkları gibi sağda solda herkese sanki çok iyi bir halt yemiş gibi ahlaksızlıklarını övüne övüne anlatıyorlar. Dolayısıyla narsistlerin kendi başarılarını abartmaları durumu burada ahlaksızlık durumunda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yine uç örnekeri aşırı verince insanların onlara yönelmesi örneğimde olduğu gibi insanlar da ahlaksızlığa dönüyorlar. Öyle ki normal bir sağlıklı toplumda namuslu olarak yaşayacak insanlar hile – hurda yapmaya başlıyorlar. Burada iş bize değil Adalet sistemine düşüyor inancındayım. Zira biz öğretmen olarak çocuklara ne kadar ahlak anlayışı kazandırmaya çalışsak da toplumun bu şekilde olması çocukları yine bu şekilde eğitecektir. Dolayısıyla toplumun öğretmeni de adalet sistemidir.
- Kitabın 129.sayfasında “zenginler ahlaksızdır”, “zengin olmak ahlaksızlık yapmayı gerektirir” ve “zenginlerin parası ahlaksızlık üzerinden kazanılmıştır” gibi ifadeler bulunuyor. Bu kesinlikle yanlış bir ifadedir. Çünkü öncelikle zenginliği “paranın çokluğu” olarak tanımlamak bir yerde yanlış bir şeydir. Para seni bir yere kadar zenginleştirir. Sonrasında kendi eğitimini arttırman lazım, o da seni bir yere kadar zenginleştirir. Sonrasında sanatsal yönünü geliştirmen lazım, o da seni bir yere kadar zenginleştirir. Bu böyle devam eder. Sadece parası olan ama ahlaksız olan bir kişi zengin değildir. Öte yandan bir yerde paran varsa illa onu ahlaksızlıktan kazanacaksın diye bir kural da yok. Gayet helal yoldan, kendi hakkınla para kazanabilirsin. Aslen zenginlerin çok az bir kısmı ahlaksızlık yaparak zengin olmuştur. Sadece yukarıda bahsettiğim ahlaksız insanların bunu sanki çok yüksek başarıymış gibi herkese söylemesinden dolayı biz onları daha falza görüyoruz.
- Kitap hiçbir şey yapmadan öylece oturmanın insanın doğasına aykırı bir şey olduğunu söylemiş. Bu kesinlikle doğru bir şeydir. Yukarıda da gayet net bir şekilde açıkladım bunu. Kendin için başarısız olduğun için ne kadar ağlasan da en fazla 1 hafta ağlarsın, sonra kalkıp yine bir şeyler yapmaya çalışırsın.
- Kitap her zaman bir B planı olanların daha başarısız olduğunu bildirmiş. Çünkü B planı demek ikinci bir şans demek olduğunu bildirmiş. Bu da doğrudur. Örneğin hali hazırda yeterli miktarda ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para kazanan bir işin varsa daha fazlasını yapmak için zor hareket edersin. Çünkü halihazırda bir para kazandığın için bir konfor alanına girmişsindir. Daha fazla para kazanmak için yeni bir iş demek yeni bir bilinmez demek. Bilinmez şey de korku demek, konfor alanındaki rahatını bozmak demek. Dolayısıyla oturmak daha cazip gelir sana. Bir de yukarıda bahsettiğim insanlar daha kolay olduğu için sürekli pedala basmayı daha fazla tercih ederler davranışı da var tabi.
- Kitapta herkesin çok ünlü ve alkışları toplayan bir gitarist olmayı hayal edebileceğini söylüyor. Fakat kimse sonuçta gitarist olmaz, gider bir fabrikada işe girer diyor. Bu doğrudur ama burada gerçekleşmeyecek diye hayal kurmaktan vaz geçmek çok mantıksız bir davranış olurdu. Ben de şahsen çok hayalperest bir insanımdır. Birçok şey hayal ederim. Bir çoğu gerçekleşmeyecek hayallerdir. Hatta psikolojide böyle gerçek hayatında başarısız olan fakat hayalinde kendisini başarılı hissederek mutlu olan insanların bir adı var: hayalperest başarısızlar. Fakat burada hayal kurmak ayrı bir şeydir başarısız olmak ayrı bir şeydir. Örneğin bir öğretmen olarak zaten bir başarı sergilemişsindir. Bu başarıyı elde ettikten sonra neden hayal kurmayı bırakasın ki? Daha fazla hayal kurarak belki onların içerisinde başarılı olabilecek bir fikir bulursun. Zaten başarılı fikirler bu şekilde ortaya konulmuş binlerce başarısız fikir arasından çıkar. Öte yandan ömrümün sonunda geriye dönüp baktığımda “çok fazla hayal kurdum, bazıları gerçekleşti bir çoğu da gerçekleşmedi, fakat hepsi çok güzel hayallerdi” diyeceğim. Bunun adına da hayalperest başarısız değil “Benlik Bütünlüğü” denir. Bir insanın benlik bütünlüğünü sağlaması için hem hayal kurmaya hem de çalışmaya devam etmesi gerekir. Her gün en az 1 saat bir şeyler öğrenmen gerekir.
- Behçet hoca kitabın sonlarında kendi mottosunu vermiş: Farklılaşarak risk almak ve çaresizliğimize güvenerek yolda yürümek. Bu mottoyla çok çelişen örnekler verdi, hatta bu örnekleri ben “aciz hisederek çalışmak”, “düşünmeden çalışmak”, “başarısız olsan bile çalışmak” şeklinde açıklamıştım. Burada aslında kitapta verilen tüm örnekleri bu şekilde bağlamasından temelde Behçet hoca ile aynı fikirde olduğumuzu görüyorum.
- Kitabı garip ve anlamlı bir şekilde bitirmiş: Gerçekten uğruna hayatınızı adamanızı gerektiren bir şey bulun, o şey için ölene kadar çalışın. Sonrasında şehrin girişine 20 dk yürüme mesafesinde olan mezarlıklarda toprağın 2 metre altında görüşmek üzere. 🙂 Doğru söylüyor, ölümün varlığını bilmek bu kadar dert yanmaktan vaz geçmek için güzel bir ders oluyor insana.
Ben de sözümü aynı şekilde bitiriyorum. Bizim Rizede şehir girişinde mezarlık göremezsiniz. Herkesin mezarlığı kendi kapısının önündedir. Dolayısıyla sonunda kapının önündeki mezarlıkta toprağın 2 metre altında görüşmek üzere. Hepinize sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir ömür geçirmeyi diliyorum. Bu vatan içerisinde Allah hepimize sağlıklı, huzurlu ve bir arada yaşamayı nasip etsin hepimize.